Bu yazıya, bugüne kadar Naşide Gökbudak okumadığım için kendimi kınayarak başlamak istiyorum. Bu kadar değerli bir yazarı okumak için çok geç bir zaman. Ama, "Zararın neresinden dönülse kardır," değil mi? Her kitabını okumak için sabırsızlanıyorum.
Miralay'ın Kızı Süreyya'ya gelecek olursak, kitabın her sayfasını zevkle okucağınıza eminim. Özellikle Atatürk'ten sonraki dönemde, insanların yaşayış biçimlerini, ülkenin siyasi ve ekonomik durumunu, aile içi mubabbeti, selamlık ve haremlik diye ayrılan salonlara sahip eski evleri merak ediyorsanız ve okumaktan hoşlanıyorsanız bu kitabı kaçırmayın.
Bu kadar da değil tabi ki... Süreyya çok büyük bir aşkın kahramanı... Çoğu zaman gözyaşlarımdan okuyamadığım, her bölüm sonu beni düşünmeye ittiği için kitabı bırakıp dakikalarca düşündüğüm bir kitap oldu. Çok şey öğrendim ve bunları öğrenmekte beni oldukça memnun etti. Bu kitabın içinde ders çıkarılacak ve kendi hayatımıza uygulanması gereken o kadar çok şey var ki...
Ayrıca Süreyya bir dönem Afganistan'da yaşadığı için, Afganistan'ı siyasal yönleri ile, Türkiye'deki farklılıkları ile inceleyebileceksiniz.
Atatürk gibi bir lidere sahip olmakla ne kadar şanslı bir millet olduğunu daha sık hatırlamalı, Türk milleti.
Sözün kısası bu kitap mutlaka okunmalı!
Naşide Gökbudak
1937 yıında, Elazığ ilinin Perçenç (Akça
Kiraz) köyünde doğru. Lise tahsilini Elazığ Lisesi'nde tamamladı. Ankara
Üniversitesi Hukuk Fakültesinde okurken eğitimini bazı ailevi sebeplerden ötürü
yarım bırakmak zorunda kaldı. İstanbul'a yerleşti. Halen, yaşamına İstanbul'da
devam eden Gökbudak evli, iki çocuk ve üç torun sahibidir.
Yazar hakkında daha ayrıntılı
bilgi almak için aşağıdaki linki tıklayarak bloguna erişmenizi şiddetle tavsiye
ederim. Kendi ağzından yazdığı biyografisini okuyabilir ve diğer kitaplarını da
inceleyebilirsiniz.
http://www.nasidegokbudak.com/index.html
Süreyya
Nemesis
Yayıncılıktan çıkan kitabın arka kapak yazısı;
Amasyada köklü bir ailenin
kızıdır Süreyya. Ailenin en küçüğüdür, babaannesi Senane Hanımın
gözbebeğidir. Bir kertmesi vardır, ama Süreyya Paris'te yaşayan amcasının
oğluyla evlenmek istemez ve nişan günü kaçar...
Zaki Afganistan Şahının
yeğenidir. Türkiyeye tıp eğitimi görmeye gelir, uzmanlığını psikiyatri üzerine
yapıcaktır. Onun da Şah tarafından uygun görülen bir kertmesi vardır...
Süreyya ihtilallerin olduğu,
demokrasiye alışmaya çalışılan bir dönemde yaşar, aşkı Ankara'nın
sonbaharlarında musiki dinleyerek tanır. Acı ile aşkın birbirine girdiği bir
hayat yaşar.
Naşide Gökbudak Miralayın Kızı
Süreyyada, Türk milletinin kökleşmiş geleneklerini, evlilik, kadın-erkek
ilişkileri, yeni Türkiyenin kimliğini oluştururken toplumun geçirdiği
zorlukları, sürükleyici kurgusu ve akıcı diliyle irdeliyor.
Bir solukta okunan roman kimi
zaman buruk bir gülümseme yaratıyor, kimi zaman bambaşka bir iklime sürüklüyor.
Son olarak kitabın içinde
bulunan ve beni kitabın kahramanını etkilediği kadar çok etkileyen bir şiiri
sizinle paylaşmak istiyorum...
Kırmızı Kanatlı Kelebek...
Küçücüktü
sadece dört yaşında,
Alnında
bukleleri olan, küçük oğlan,
Yorgun
düşmüştü kırmızı benekli kelebeği kovalamaktan.
Nihayet yakaladı, bir kutuya kapadı.
Aniden bir ses duydu, kelebek konuşuyordu.
Kelebek telaş içinde dedi: "Benim çok zamanım yok. Sadece yirmi dört saatim var. Kelebek olduktan sonra ömrümüz bu kadar."
"Salıvermem için seni, uyduruyorsun bu düzmeceleri."
Ümitsizdi kelebek, boşa gitmişti bunca emek. Yine de denemeliydi, özgürlüğünü kolay vermemeliydi. Ve Can'ını görmeliydi.
"Ben küçük bir tırtıldım, dut yaprağının üstünde. Yeni bir yaprak arıyordum, onu gördüğümde. Taptaze yaprağını bana verdi. Gözlerime bakarak güldü. Birbirimizi çok sevdik. O bana Sevgi, ben ona Can adını verdik. Bilemeden ürettiğimiz ipeklerle, kendimize birer hapishane ördük. Kozaları toplarken sahibimiz, "Can!" diye bağırdı. Kozanı del ve çık!
Ben yaşayamam sensiz, yani Sevgi'siz. Günlerdir uğraştım, kozamı deldim. Güzel olayım diye, kırmızı kanatlar giydim. Uçtum, aşkımızı yaşadığımız bu yere geldim. Can'ı arıyorum, ömrümüz çok kısa. Eğer kavuşamazsak, biz değil, bütün aşık kelebekler girecek yasa. "
Çocuk, yaptığına pişman, ağlayarak sordu. "Neden beneklerin kırmızı senin? Böyle kanatları yok başka kelebeklerin."
"Ben aşık bir kelebeğim, hasretim ve aşkım dışıma vurdu ve beneklerim kırmızı oldu."
Çocuk çaresiz kutuyu açtı ve kelebek hızlıca kaçtı. Çevredeki tüm bahçelere, nergislere, güllere hatta hatta dikenlere uçtu. Acele etmeliydi, zamanı azdı. Sonra Can'ı bulamazdı.
Can çok çabalamıştı, kurtulamamıştı tutsaklıktan, kozadan. Acılar içindeydi. Sevgi'sine kavuşamadan ayrılmıştı bu dünyadan.
Sevgi yorgun ve ümitsiz, kırmızı benekleri soluyordu. İpek kanatları düşüyordu. Ve aşık kelebek çok üşüyordu. Gözlerini kapadı, içindeki yaşla.
Bir daha buluşamadı ne Can'la ne de aşk'la.
Küçük çocuk o gün bugün kelebeklere dokunmadı. Belki onlarında bir Can'ı vardı.
Nihayet yakaladı, bir kutuya kapadı.
Aniden bir ses duydu, kelebek konuşuyordu.
Kelebek telaş içinde dedi: "Benim çok zamanım yok. Sadece yirmi dört saatim var. Kelebek olduktan sonra ömrümüz bu kadar."
"Salıvermem için seni, uyduruyorsun bu düzmeceleri."
Ümitsizdi kelebek, boşa gitmişti bunca emek. Yine de denemeliydi, özgürlüğünü kolay vermemeliydi. Ve Can'ını görmeliydi.
"Ben küçük bir tırtıldım, dut yaprağının üstünde. Yeni bir yaprak arıyordum, onu gördüğümde. Taptaze yaprağını bana verdi. Gözlerime bakarak güldü. Birbirimizi çok sevdik. O bana Sevgi, ben ona Can adını verdik. Bilemeden ürettiğimiz ipeklerle, kendimize birer hapishane ördük. Kozaları toplarken sahibimiz, "Can!" diye bağırdı. Kozanı del ve çık!
Ben yaşayamam sensiz, yani Sevgi'siz. Günlerdir uğraştım, kozamı deldim. Güzel olayım diye, kırmızı kanatlar giydim. Uçtum, aşkımızı yaşadığımız bu yere geldim. Can'ı arıyorum, ömrümüz çok kısa. Eğer kavuşamazsak, biz değil, bütün aşık kelebekler girecek yasa. "
Çocuk, yaptığına pişman, ağlayarak sordu. "Neden beneklerin kırmızı senin? Böyle kanatları yok başka kelebeklerin."
"Ben aşık bir kelebeğim, hasretim ve aşkım dışıma vurdu ve beneklerim kırmızı oldu."
Çocuk çaresiz kutuyu açtı ve kelebek hızlıca kaçtı. Çevredeki tüm bahçelere, nergislere, güllere hatta hatta dikenlere uçtu. Acele etmeliydi, zamanı azdı. Sonra Can'ı bulamazdı.
Can çok çabalamıştı, kurtulamamıştı tutsaklıktan, kozadan. Acılar içindeydi. Sevgi'sine kavuşamadan ayrılmıştı bu dünyadan.
Sevgi yorgun ve ümitsiz, kırmızı benekleri soluyordu. İpek kanatları düşüyordu. Ve aşık kelebek çok üşüyordu. Gözlerini kapadı, içindeki yaşla.
Bir daha buluşamadı ne Can'la ne de aşk'la.
Küçük çocuk o gün bugün kelebeklere dokunmadı. Belki onlarında bir Can'ı vardı.